Bu yol; "Efeler Yolu" olmalıydı ...
Yolda olmayı, yol yürümeyi sevdim hep. Bir patikayı takip ederek bazen ormanlık bir alanı, bazen sarp yamaçları ve bazen de yaylaları geçmeyi… Yüksek yerlerde olmak, yukarıdan aşağıdaki düzlükleri seyretmek hep bir mutluluk hissi vermiştir bana.
Çocukluğumda babam ve kardeşimle yürürdük dağları. Yolu babam bilirdi. Daha çocukken Bozdağ zirvesine tırmanır, kimselerin bilmediği yerlere yürürdük. Günler öncesinden kızılcık ya da kestane ağacından değnekler hazırlardı babam bize. Hatta bir keresinde daha sağlam olsunlar diye köy fırınında fırınlatmıştı değneklerimizi. Kestane ağacığından yaptığımız değneklerimizin kabuklarını belli aralıklarla soyar motifler yapardık. Annem yolluk hazırlardı bize. Peksimet ıslatır ya da patates kaynatırdı genelde. Ben her zaman filmlerdeki gibi bir mendile sarardım kumanyamı. Değneğimin ucuna asardım. Tabi yolda o şekilde yürümek pek de konforlu olmadığından, bir süre sonra kumanyamı çantama koymam gerekirdi… O yıllarda Bozdağ’da yaşayanların zirveye hiç çıkmadığını, birkaç çoban ya da avcı dışında yürüdüğümüz yerlere kimselerin gitmediğini fark etmiştim. Ama herkes orada olduklarını biliyordu. Nedenini yıllar sonra anlayabildim. İnsanların hayat mücadelesi diyelim... Bizim gibilere “aylak” derlerdi köyde. Okuyan ve yaz aylarında işi gücü olmayan adamlardık onlara göre. Diğer yandan dağlar tekin yerler değildi onlar için. Belki de kendi güvenli alanlarının dışıydı oralar. Hatta çocukken, dağlarda yürümenin bir suç olduğuna bile inanmıştım. Sonraki yıllarda kimseye haber vermeden çıktım yürüyüşlere. Hem korktum hem de saygı duydum dağlara. Çok uzun yıllar bilmediğim yerlere yürüme cesaretim olamadı, aynı yollarda yürüdüm defalarca. Gidemediğim yerlerse gizem doluydu ve sonsuz bir maceranın temsiliydi… Sonraları bir Yüzüklerin Efendisi hayranı oldum. Filmlerini ardı ardına kaç kez izledim bilmem. O karakterleri düşünürdüm yürürken. Bazen Gandalf olurdum, bazen de Frodo Baggins. Kâğıda şifreli şiirleri olan haritalar çizerdim. Ama bizim dağlar olurdu o haritalarda. Sanki şifreyi çözüp doğru anda doğru yerde olursan, dağ zirvesinin gölgesinin düştüğü yerde bir işaret görecekmişsin gibi şeyler… Hatta bir gün polar bir battaniyeyi şal gibi sırtıma attım, elimde asa gibi bir değnekle dağdan inerken yaşlı bir kadını korkutmuştum. Kadın “uğursuz” diye bağırmıştı bana. Kimin oğlu olduğumu anlatıp kendimi tanıtana kadar bayağı bir uğraşmıştım. Öyle yeni İsviçre çakıları ya da modern aksesuarlar kullanmayı sevmezdim. Çantamda hazır çorba poşetleri ya da üçü bir aradalar da taşımazdım. Frodo’nun yemek yediği tarzda eski tip kap kacak kullanmayı severdim. Dağdaki yemek dağa yakışır tarzda olmalıydı. Evde peksimet yemeyi sevmezdim mesela ama dağda yerdim. Evimde sivri çayını hiç içmezdim ama dağlarda o çay içilirdi. Yemeyi hiç sevmediğim meyveler, dağda daha bir lezzetli gelirdi. Yemekten sonra da pipomu tüttürürdüm Gandalf gibi. Sonraları bu karakterler bana pek bir anlamsız gelmeye başladı. Gandalf bizim dağlarımızı yürümemişti ki! Bu dağlarda efeler, zeybekler kol gezmişti. Ama onların da fantastik bir tarafı yoktu sanki…
Zeybeklik kültürünü tanımaya çalışıyordum bir yandan. Ama bir sorun vardı sanki. Efe kimilerine göre “yiğit” ve “mert” bir kurtarıcı, kimilerine göre ise bir “eşkıya” idi. Kimilerine göre her zaman dağlardaydı, kimilerine göre belirli bir zaman diliminde. Kimileri Orta Asya bozkırları diyordu miladına, kimileri ise Antik Yunan’a kadar götürüyordu geçmişini. Bazıları kökenini Aydınoğlu döneminde arıyordu. Osmanlı’nın Birgi işgaliyle başlıyordu efelik, Atatürk’ün tarih sahnesine çıkışıyla sonlanıyordu. Kendimi bu toprakların bir çocuğu olarak bir efe edasıyla dağlarda yürür buldum ama efelerle ilgili yazılar okudukça kafam daha da karışmıştı. Sonra uzunca bir süre okuma yapmadım… Karşılaştığım sorunu erteleyerek mutlu yaşantıma geri döndüm. Sonuçta ben bir spor bilimciydim, tarihçi değil! Yeniden her fırsatta dağları yürümeye devam ettim.
Küçük bir çocukken babamın kardeşimi ve beni götürdüğü bir pınar vardı. İsmi kapaklı pınardı. Kapaklı pınar; devasa bir kayanın altından süzülen bir suydu. Suyun çıktığı yerin hemen altında kayadan doğal küçük bir teknesi vardı. Üzerinde de bir kapak. Kapağını kaldırınca su akıyor, kapatınca kesiliyordu. Ama bir miktar bozulmuştu. Çünkü biz daha küçükken define arayan biri ya da birileri pınara zarar vermişlerdi. Hatırladığım kadarıyla kapağı artık yoktu ve suyu azalmıştı. Uzun zaman sonra bu pınar dert oldu içime. Pınarı tekrar görmek istiyordum ama yerini hatırlayamıyordum. Babam da yoktu artık… Pınarın yerini bilen az sayıda insan vardı ama onlar da yaşlanmıştı. Pınarı bulursam belki tamir edebilir ve suyu akmıyorsa bir şeyler yapabilirdim. Hatta çevreden bulacağım kayrak bir taşla pınara yeni bir kapak bile yapabilirdim. Bir gün hava kararana kadar pınarın yerini aradım ama bulamadım. Sonraki günlerde tekrar ve tekrar kayboldum ararken. Kaybolduğum günlerden birinde köye inerken bir evin bahçesine çıktım. O bahçeyi geçip yola indiğimde camdan beni izlediğini fark ettiğim oldukça yaşlı bir kadın “nereden geldiğimi” sordu. Ben de Kapaklı pınarı aradığımı söyledim. Kadın o suya “efe pınarı” derler dedi. Yerini bir kez daha tarif etti ancak öyle farklı bir dil kullandı ki anlatırken, bulabilmem imkânsızdı. Fakat ben pınarı yanlış tarafta aradığımı anlayabilmiştim. Ben de çoban arkadaşım İbrahim’den bu konuda yardım istedim. Bir sonraki gün İbrahim ve ben pınarı bulduk. Ama pınar daha da bozulmuştu ve artık suyu bile akmıyordu. O gün İbrahim çevrede insanların efe gömüsü aradıklarından ve bu tarz çeşmeleri sürekli olarak kazdıklarından bahsetti. Koskoca dağ zirvesi bile kazılıyordu sürekli. Erenlerin mezarları tahrif ediliyordu. Kırklar, Yediler ve Üçler gibi kadim mezarlar… Sonra patikalardan konuştuk İbrahim’le o gün. Bana bir takım budama izleri gösterdi. Tahrayla at üzerinde giderken yıllar önce yapılmış budamalar. O yolun gerçek bir yol olduğunun kanıtları gibiydi o budama izleri. O ağaçlardaki tahra izleri yerden yaklaşık beş metre yüksekteydi. Belli ki yıllar önce yapılmışlardı. At sırtında tek seferde alınmıştı, patikayı açık tutmak için. Sonra kaybolduğum yerlere gittik. Neden kaybolduğumu anlamıştım. Patikaların devamı diye girdiğim yolakları domuzlar açmıştı. Gerçek yollar artık kapalıydı. Çünkü artık insan yoktu dağlarda. At da yoktu artık katır da… Çobanlardan konuştuk. Hep konuşurduk İbrahim’le ama o gün daha bir farklıydı benim için. Dağlardaki hayvan sürülerinin yıllar içinde nasıl küçülüp sonra da yok olduğunu anlattı. Kendisinin de artık dağlarda çobanlık yapamadığından ve sürüsünü dağıtmak zorunda olduğundan bahsetti. Amcam ve kuzenimden çiftçilerin sorunlarını hep dinlerdim. Onlar dünyanın en güzel patatesini kilosu 50 Kuruş’tan satardı her sene. Mazota mı yetsin, gübreye mi? Ama İbrahim dağdaki koyundan, keçiden bahsediyordu o gün. Sonra da efelerden konuştuk. Belki yalan yanlış şeyler anlattık birbirimize. Ama çok heyecan verici, fantastik şeylerdi konuştuklarımız. O yolları efelerin ve zeybeklerin kullanmış olabilecekleri fikri, yürüdüğümüz yolları daha bir anlamlı hale getirmişti benim için. Dağ zirvesindeki efe kayasından bahsetti o gün. Dağın diğer yüzündeki ev kayadan. İçi ev gibi bir mağara…
Sonra ben her fırsatta yürüdüm. Artık baya baya efeler vardı aklımda. Hangi patikaları kullanmışlardı acaba? Hangi dağ geçitlerini? Nerelerde saklanmışlardı? Sonra birkaç tarihçi ile konuştum. Efe ve zeybeklerin tüm bu dağları kullandıklarını öğrendim. Bu dağlarda zeybeklerin girip çıkmadıkları delik yoktu. Hatta öyle ki, zeybek gruplarının en büyük başarılarının doğayla barışık olmaları olduğunu öğrendim. Onlar bu coğrafyayı çok iyi bilmelerinin yanı sıra dağdaki bitkiyi ve hayvanı da çok iyi tanımaları sayesinde hayatta kalmışlardı. Hangi dönemde ne yenir? Ne içilir? Su kaynakları nerelerdedir? Ne zaman akar? Hangi bölgelerde vahşi yaşam daha yoğundur? Nerelerde avlanılır? Hangi hayvanın eti nasıl muhafaza edilir? Havayı koklamışlardı. Ayın döngülerini takip etmişlerdi. Dolunaylı havalarda baskın ve pusudan kaçınmışlardı örneğin. İzlerini daha kolay kaybettirebilmek için yağmurlu havaları tercih etmişlerdi. Üşüdüklerinde gövdesi yeni kesilmiş bir hayvanın sıcak derisine çıplak bedenlerini sararak ısındıklarını öğrendim. Bu, soluksuz izlediğim belgesellerde gördüğüm bir yöntemdi benim. Kuş sesini dinlediklerini öğrendim mesela. Eğer çok iyi bildikleri bir dere yatağından duymaya alışkın oldukları kuş seslerini duyamıyorlarsa, o bölgede bir pusu vardı ya da yakın zamanda birileri geçmişti oradan. Etraflarında dönen yaban hayat, dostuydu onların. Şayet o yatakta domuz yoksa bir problem vardı. Köpek havlamaları önemliydi onlar için. Çünkü köpek insana farklı, hayvana farklı havlardı. Aralarında haberleşmek için yabani hayvan seslerini taklit etmede usta olmuşlar ve bir takım parolalar geliştirmişlerdi. Kanamalı yaralarında örümcek ağı kullandıklarını öğrendim mesela kanamayı durdurmak için. Solucanı ezerek zeytinyağı ile karıştırıp yaptıkları pelesenk yağını. Zeybekler “otacı” kültürünü yaşatmışlardı dağlarda. Ağaç köklerinden yapılan ilaçları da kullanmışlardı, odun ateşinin külünü de. Aksedef bitkisinden kekik otuna, doğanın tüm nimetlerini… Yürüdükleri yollar gerçekti. Hem ana hattı iyi bilirlerdi hem de yolak ya da yolamakları. Bu yolların tarihinin Lidya döneminden de eskilere uzandığını öğrendim. Acaba kaçının özü hala yerdeydi? Kaçı korunabilmişti? Nasıl bulunurdu o yollar? Bütün taşlar yerine oturmaya başlamıştı artık. Bozdağ ve Aydın dağlarında bir kültür rotası oluşturma fikrine kapılalı yıllar olmuştu ama rotanın üzerine inşa edileceği tema o an düşmüştü aklıma.
Bu yol; “Efeler Yolu” olmalıydı!